1. siz hiç o ayakkabıların içinde oldunuz mu!
size çok da uzun olmayan bir hayat hikayesi anlatacağım.
daha doğrusu bir çocukluk ve gençlik hikayesini.
biraz hüzünlü ama hüzünlü başladı diye hüzünlü devam etmesi gerekmeyecek bir hayatın hikayesini.
milenyumun başında doğdu.
babasının görevi dolayısıyla göçebe bir hayatları vardı.
baba dışişleri’nde memurdu.
kah oradaydılar kah burada.
bazen dünyanın en keyifli ülkesinde yaşıyorlardı bazen kimsenin görmek dahi istemeyeceği yerlerde.
memleketimizde sayıları azalan modern, batılı yaşam tarzına sahip, ortalama gelirli, mutlu bir aile tablosuydu görünen.
10’lu yaşlarına geldiğinde o mutlu aile kötü bir haberle sarsıldı.
annesi kansere yakalanmıştı.
ve galiba o sıralarda new york’ta konsolosluk görevindeydiler.
o sırada dışişleri’nde kalan son “monşerlerden” olan baba, eşiyle ilgilenebilmek için uzunca bir izne ayrıldı.
anneyi hayatta tutabilmek için seferber olmuştu aile.
üstelik öyle çok da varlıklı değillerdi.
elde avuçta ne varsa tüketti hastalık.
en sonunda ailenin en önemli maddi varlığı olan evlerini de sattılar.
ancak hiçbir şey fayda etmedi.
ailenin koruyucusu, kol kanat gericisi anne hayatını kaybetti.
baba iki evladıyla kalakaldı tek başına.
bu arada meslek arkadaşları yükselmişlerdi.
baba ise zaten siyasi yönü olmayan bir dışişleri mensubu olduğu için, döndüğü görevinde ankara’ya takılmış kalmış, dışişleri’nin karanlık koridorlarına hapsolmuştu.
genç kız ise tam da bir anneye en çok ihtiyaç duyduğu dönemde annesiz kalmış, ailenin kanserle zorlu savaşına tanıklık etmişti.
hastalık onu o kadar etkilemişti ki, doktor olmaya karar vermişti.
doktor olacak, başka çocukların annelerini kaybetmemeleri için savaşacaktı.
türkiye’nin en iyi üniversitelerinden biri olarak gördüğü özel üniversitede okumak istiyordu.
ancak babasının memur maaşı onu o üniversitede okutacak düzeyde değildi.
bu durumda yapacak tek şeyi vardı.
daha çok çalışmak.
çalıştı, çalıştı, çalıştı.
türkiye’nin en pahalı tıp fakültesini “burslu” olarak kazandı.
koç üniversitesi tıp fakültesi’nde burslu okuyacaktı.
bu arada babası için de bir fırsat doğdu.
dışişleri’nde kimsenin pek de gitmek istemediği savaş halindeki bir ülkede büyükelçi olacak ve mesleğini büyükelçi ünvanı aldıktan sonra tamamlayabilecekti.
o berbat hastalığın darmadağın ettiği hayatlarını yeniden düzene sokmuşlardı, annenin yokluğuna rağmen işler yavaş yavaş yoluna giriyordu.
bu arada tıp fakültesi’nde okuyan genç kıza arkadaşları güzellik yarışmasına katılması için ısrar ediyorlardı.
dereceye girerse kaybettiği annesine güzel bir armağan olurdu.
peki dedi.
ve katıldı.
birinci oldu.
zorlu bir gençliğin, üzücü bir 10 yılın ardından gelen bir mutluluktu.
ülkenin en güzel kızı seçilmişti ve babası gibi o da farklı bir biçimde ülkesini temsil etme hakkı kazanmıştı.
ve bu toplumdaki giderek sayıları artan bir grup aşağılık, bir grup pislik, bir grup rezil, bir grup kompleksli ezik, bir grup şerefsiz, bir grup haysiyetsiz, bir grup anası tarafından doğurulmamış, hacet yoluyla dünyaya getirilmiş insan müsveddesi iki gündür bu kıza hakaret edip duruyor.
siz böyle bir hayat yaşamak ister miydiniz bre soysuzlar.
siz bu kadarcık bir mutluluğun bile çok görülmesine tahammül etmek zorunda kalmak ister miydiniz!
siz o ayakkabıların içinde olsanız böyle büyüyebilir miydiniz pislikler!