5.
(gbkz: duygusal istismar) ve (gbkz: şiddet) mağduru bir kız çocuğunun büyüdüğünde yaşadıklarını ve karakterini ele alan, dönemine göre oldukça (gbkz: unorthodox) kaçan bir romandır. hiçbir zaman teşhis alamamış bir (gbkz: borderline) annenin kızı olarak benim kolay kolay tekrar açıp okuyamadığım bir romandır ayrıca. (not: bir gün ifşa olduğumu hissedersem ilk bu girdi uçurulacaktır).
aşağısı kitaptan spoiler içerir. hikayenin detaylarında hatırlamadığım bazı yerler ve yanlışlar olabilir.
jane eyre ailesini bebekken kaybeder ve amcasına (ya da dayısına) ve onun karısına kalır. amcası onu çok sever ve diğer çocuklarından ayırmazken, karısı jane'i hor görür, aşağılar, şiddet uygular, sürekli korku ve duygusal istismarla büyütür. amcası öldüğünde durum iyice kötüleşir. amcası öldüğünde jane sadece 5-6 yaşlarındadır. jane tüm kitap boyunca dehşet sağlam bir kişilik ve güç gösterir. dışarıdan bakıldığında güç ve özgüven olarak görülen şey, bana kalırsa erken çocukluk döneminde yaşadığı travmaların kişiliği üzerindeki etkilerinden başka bir şey değildir.
ben istismarcı/şiddet uygulayan baba nasıl oluyor bilmiyorum. o yüzden yorum yapmaktan kaçınacağım. ancak, çocukla en çok vakit geçiren anne figürü bu şekilde olduğunda ve baba figürü aksine sevgi dolu ve şefkatli olduğunda, bu dengesizliği babanın yarattığı personayı içimizde bir yere saklayıp anneden koruyarak gizlemeye, böylece her çocuğun ihtiyaç duyduğu koşulsuz sevgi ve korunmayı yapay bir şekilde elde etmeye çalışıyoruz bana kalırsa. jane'de ve bende olan şey bu aslında. karakterimizin merkezindeki (gbkz: çekirdek), bizi seven ve kollayan ama aynı zamanda da baba figürünün her zaman erişim dahilinde olmamasından kaynaklı olarak tüm karaktere yayılmayan, katılaştırılmış ve donuk bir güvenli yer.
bu yüzden (subjektif gözleme ve kitaba göre konuşuyorum) anne tarafından böyle istismara uğrayan çocuklar, her kararında o merkeze dönerek oradan "güç" alıyor. üst üste bindirilmiş katmanlardan olan kişiliğin en içindeki katı çekirdeğe kimse ama kimse ulaşamıyor. çünkü zaten çekirdeğin amacı, baba figürünü anne figüründen korumak. en savunmasız yaşlarda o çekirdeği böyle korumaya alışan çocuklar, büyüdüklerinde de buna devam ediyorlar. kararlarında dik başlı, hatta zaman zaman kalın kafalı, aklına girmesi çok zor, korkusuz, gözü pek ve atılgan oluyorlar. hayatlarında karşılaştıkları duygusal şiddet anlarında, tıpkı çocukluklarında yaptıkları gibi o çekirdeğe çekiliyor ve oradan aldıkları güçle yollarına devam ediyorlar. örneğin, kitapta bazı davranışları yüzünden "kırmızı oda"ya kapatılan jane, odadan çıktığında yine eski jane olmaya ve karakterini korumaya devam ediyor.
ebeveynlerin her ikisinin de olumsuz olduğu durumlarda (yine subjektif gözlemlerime göre) çocuklar bir kişilik koruyamıyor ve parça parça kırılıyor, tuzla buz oluyor. karşı çıkma yetisini kaybediyor ve özgüvensiz bireyler olarak yetişiyorlar.
bu çekirdekten alınan "güç" kısmı ise biraz çetrefilli. insan o kadar karmaşık bir varlık ki, aslında birbiriyle çelişen iki şey aynı anda hem sebep hem sonuç olabiliyor. o çekirdek aslında hem güç hem güçsüzlük. o çekirdekte aslında sonsuz sevgi ve özgüven yok. tam aksine, "ben zaten hakettim" ve "ben zaten değersizim" gibi kalıp düşüncelerle örülü. bundan dolayı, kaybedecek hiçbir şeyi olmadığını düşünen çekirdek, sahibinin korkusuz olmasına ve duygusal rahatlık vs mantık dilemmasında hep mantığı seçerek bir parça kendini cezalandırıp bir parça da değersizliğini pekiştirmesine yol açıyor.
örneğin, mr. rochaster'ın aslında evli olduğunu öğrenen jane, pekâlâ onunla kalmaya devam edebilirdi. kitapta oldukça dindar bir kadın olmasına rağmen, uygulamada pek öyle davranmıyor, dönemin din anlayışına göre skandal sayılacak bir şekilde onunla öpüşüyordu. ama onun gidişi, özellikle de yanına para vs. hiçbir şey almadan yollara dökülüşü, oralarda perişan oluşu biraz da bu "kendini cezalandırma" ve "değersizliğini pekiştirme" patalojisinin ürünüdür. eğer jane'i güdüleyen esas mesele "güç" ve "mantık" olsaydı, mr. rochester'dan kendisine yeni bir iş buluncaya kadar bir oda vermesini ister, uzak bir kente çalışmaya gider ve hayatını orada sürdürürdü. ama o, sürünmeyi seçti.
benzer bir şekilde, mr. rochester'a "ben senin eşitinim, benim duygularımla oynama!" diye attığı tiradı ele alalım. dönemin aristokrasi ile örülü ingiltere'sinde bunu söyleyebilmek, günümüzde zenci patrona "bence beyaz ırk üstün" gibi bir laf etmeye benzer. bunu 0 parası ve 0 arkası olan birinin patronuna söylemesi ise intihar girişimine eşdeğerdir. burada jane'in toplumsal kuralları ne kadar umursamadığını görüyoruz. istese de umursayamaz. toplum tarafından dışlanmak, biçare bırakılmak ve aşağılanmak jane gibiler için bir tehdit oluşturamaz. çünkü, onlar zaten hayatlarının en savunmasız dönemlerinde dışlanmış, buna bağlı olarak ruhları ecele kadar devam edecek bir sürgüne yollanmıştır. zaten sürgünde olan bir insan, tekrar sürülmekten korkmaz.
bu çekirdeğin bir diğer tipik özelliği ise kendisine sevgi gösteren ve koruyan insanlara karşı aşırı müteşekkir olması, onlara karşı hizmetçi bir ruhla yaklaşmasıdır. örneğin, kendisini yollarda bulan kardeşlere karşı jane hep şefkatli olmuş, erkek kardeşin bir kıza duyduğu aşkı anlayıp aralarını yapmaya çalışmıştır. sonra yine, kendisine miras kaldığında mirası, kendisini yolda bulan kardeşlere eşit olarak bölüştürmüştür. daha sonrasında ise perişan haldeki mr. rochester'ı arayıp bularak, onun körlüğüne, yaşlılığına ve düştüğü müşkül duruma bakmadan hayatını onun ayakları altına sermiştir. kitabın en sonunda ise hâlâ ona 'efendim' der ve tanrıya efendisini ona bağışladığı için binlerce kez şükreder.
jane eyre'ler hayata siyah beyaz bakarlar. çünkü ebeveynleri siyah beyazdır, grileri asla öğrenemezler. Bu siyah beyaz ayrımını ise sadece beyaza bakarak yaparlar. onlara göre Çekirdekteki beyazı oluşturan ahlak, etik, değer ve yargılar neyse, o beyazın dışına minicik çıkan her ama her şey siyahtır. örneğin, aşık olduğu mr. rochester'la evlenmeden öpüşür, çünkü sevgi beyazdır. ama o beyazlığa küçücük bir pürüz geldiğinde artık simsiyah görmeye başlar. mr. rochester'ın evli olduğunu öğrendiği saniye aşkından tiksinir. onu, "ben günah içinde yaşayamam" diyerek terkeder. halbuki mr. rochester, kendisine başka bir ülkedeki klisede evlenmeyi ya da kardeş gibi yaşamayı önermiştir. akla, mantığa ve dine uygun olan bu öneriler, jane eyre'in siyah beyaz dünyasında karşılıksızdır. o yüzden, örneğin, "bundan sonra evlilik dışı cinsel ilişki mecburi, kontrol edip yapmayanları öldüreceğiz" gibi bir şey dendiğinde, ilk kafasına sıkan insanlar jane eyre'lerdir. böyle insanları asla ama asla o beyazın dışına çıkmaya zorlayamazsınız. asla korkuyla zapt edemez, üzerilerinde tahakkum kuramazsınız. ölümle bile tehdit edildiklerinde, dinen ve ahlaken tehdit altında kötü şeyler yapmak caiz olsa bile ölmeyi tercih ederler. çünkü mesele din ya da ahlak değildir, kendi kalıplarına uyması ya da uymamasıdır. bu yüzden jane eyre'ler kendileri ve çevreleri için oldukça yıkıcı olabilir, en ufak bir griye aşırı tepki verebilirler. örneğin, sadece üst yönetimi bir skandala karışmış uluslarası bir şirketin olaydan alakasız küçük bir ofisinde çalışıyorsa, tonlarca borcu ve 3 çocuğu olsa da gözünü kırpmadan istifa eder jane eyre'ler.
keşke her gerçek jane eyre, kitaptaki jane eyre gibi mutlu sona ulaşabilse. ama kendi yapılarından dolayı aşklarını harcayarak, güçlü kalıp zararlı bir partnerden kaçmış gibi gözükse de aslında mermer sertliğindeki çekirdeklerinin fısıltılarıyla oradan oraya atlayarak gönüllü bir sürgünde geçirirler hayatlarını. hem hırpalanmak için dünyaya geldiklerini düşünür hem de hırpalayıcı koşullara balıklama atlarlar.
gökten 3 elma düşer. hiçbirisi jane eyre'lerin okşanmaya muhtaç saçlarına dokunmaz. bu yazı benden bütün sessiz jane eyre'lere gelsin: çığlığınızı ben duyuyorum. yalnız değilsiniz. yalnız olmak zorunda değilsiniz. başka bir hayat mümkün. okşanmamış saçlarınızdan öpüyorum.
düzenleme: bazı ekleme ve düzenlemeler.
12 mart 2018 16:03
13 mart 2018 03:14