1. 2015 Nobel Edebiyat ödülünü alan beyaz rus yazar. Sözlü tarih çalışmaları ile biliniyor. Hbo'nun çernobil dizisini fırsat bilip kendisinin çernobil'den sağ kalanlarla yaptığı röportajları içeren kitabını alayım dedim ama kitapçıda bulamadım. Onun yerine ikinci dünya savaşı sırasında sovyet ordusunda savaşmış kadınları anlattığı "kadın yok savaşın yüzünde" kitabını aldım. Aman yarabbi, Uzun zamandır hiçbir kitaptan bu kadar etkilenmemiştim. Aleksiyeviç kitabı için 1980'lerde beş yüzden fazla kadın ile konuşmuş. Bu kadınlar almanların sovyetleri işgali sırasında vatansever duygular ile kızıl orduya katılmış. Kimi pilot olmuş, kimi keskin nişancı, kimi de çamaşırcı. Cephenin gerisindeki kadınlara da yer vermiş. Bu kadınların seslerine hiç kulak verilmemiş, kimse kadın gözünden savaşı merak etmemiş. Madalyaları verilmiş ve unutulmuşlar, hatta Stalin döneminde susmaları bile istenmiş. O yüzden konuşan kadınlardan biri aleksiyeviç'e "seni çok bekledim, eninde sonunda birilerinin bize kulak vereceğini biliyordum" diyor. Kitabı okurken aynı anda savaşın olağanüstülüğünü ve sıradanlığını da görüyorsun; kitabı bu yüzden çok katmanlı ve düşündürücü buldum. Sıradan, çünkü gündelik meşgaleler devam ediyor. Cephede çamaşır yıkanıyor ve kurutuluyor, yemek pişiriliyor, kaş alınıyor ve saç boyanıyor. Geceleri silahlar susunca köylüler topraklarını ekmeye devam ediyor. Olağanüstü, çünkü bazen akla hayale sığmayan şeyler oluyor. Bütün ailesi Almanlar tarafından katledilen asker savaş bittiği anda kendiliğinden düşüp oluyor; öncesinde hiçbir sağlık sorunu olmadan hem de. Askerlerden biri çocukken okulunu ziyarete gelen Alman arkadaşını ölüler arasında görüyor. Olağanüstü çünkü gündelik hayatta önemsemediğimiz şeyler apayrı bir anlam kazanıyor. Küçücük bir papatya gören kadın askerler heyecanlanıp hemen dilek diliyorlar mesela.
İnsanların nasıl savaşta kötülüğün ve iyiliğin sınırlarını zorladıklarını görüp hayret ediyorsun. Yeni doğmuş bebeği duvara çarpıp öldüren askerlerin yanında azıcık yemeği kalmasına rağmen düşman ordusundan esirlerle paylaşanlar da var. Onbaşı Olga durumu şöyle açıklıyor: "nefrete ayrı, sevgiye ayrı kalbimiz yok ki. İnsanın tek kalbi var ve ben daima kalbimi kurtarmanın yolunu aradım."
Cephede aşk da var. Birbirine deli gibi aşık olup evlenen kadın ve erkek askerler var. En ünlü kadın pilotlardan Lidya Litvyak meslektaşı ile savaş sırasında evleniyor. Mutlulukları kısa sürüyor. Günler sonra önce kocası sonra kendisi öldürülüyor. Bazen aşklar evliliğe eremiyor, erkek askerler savaş bitti mi cephe sevgililerini terk ediyor. Savaşı unutmak istiyorlar; postallı kısa saçlı bir kadın değil hanım hanımcık ev kızı istiyorlar. Bazıları eşlerinin ve çocuklarının yanına dönüyor, arkalarında cephe sevgililerinden çocuklar bırakarak. Kadın askerler savaştan sonra çoğu zaman hor görülüyor. Konuşanlarından bir tanesi annesinin kendisini nasıl evlatlıktan reddettiğini anlatıyor: "sen orada erkeklerle yatmışsındır." Başka bir tanesinin kayınvalidesi evliliklerine karşı çıkıyor, oğluna eve fahişe sokturmayacağını söylüyor. Almanlarla da aşk yasak. Bir Sovyet askeri bir Alman kadına aşık olunca kadın öldürülüyor, kendisi de vatan haini ilan ediliyor. Tecavüz meşru tabii ki...
Bazı kadınlara onlarca onur madalyası veriliyor, bazılarıysa sonradan vatan haini ilan ediliyor. Sebep? Almanlara esir düşmüş olmaları. Stalin'in "esir düşerseniz kendinizi öldürün" emrini yerine getirmedikleri için... Bazıları senelerce çalışma kamplarında sürünüyor; bazen de savaş bitince kavuşulan kocaların, kardeşlerin, babaların canını sonradan Stalin rejimi alıyor.
"Gidiyoruz… İki yüz kız önde, İki yüz erkek arkada. Hava sıcak. Yüksek tempoyla otuz kilometre. Otuz ya! Biz gidiyoruz kumda kırmızı lekeler kalıyor… Kırmızı lekeler… Şey işte… Kimden neyi saklayacaksın? Askerler arkamızdan yürüyor, görmezden geliyorlar… Yere bakmıyorlar…”
Okuyun okutun vesselam.