1. yakup kadri karaosmanoğlu'nun 1932 yılında yayınlanmış romanı. bu romanı epey uzun zaman önce okumuştum ancak ne zaman ülkede siyaset konuşulsa, anadolu insanından, onları aşağılamaktan bahsedilse hep aklıma düşer. kitap hem anadolu insanını hem de türk aydınını bana kalırsa acımasızca eleştirir. kitabın baş kahramanı olan ahmet celil'in anadolu'da bir köye gelmesiyle kafasında şekillendirdiği anadolu insanı tamamen yıkılır. saf, masum, vatansever olarak gördüğü insanlar aslında bambaşkadırlar. her türlü kötülüğü, korkunçluğu anadolu'da görür ahmet celil.
kitaba bakarsak 1932'den bu yana neredeyse bir yüzyıl geçmesine rağmen ülkemizde çok da bir şey değişmemiş. yine "batı" diye addettiğimiz şehirlerden, türkiye'nin nispeten modern taraflarından herhangi bir kişi anadolu'ya gelse az çok ahmet celil'in hissetiklerini hisseder. değişmeyen şeyler anadolu insanının mı yoksa ona nufüz edemeyen türk aydının mı suçudur, burası her iki taraftan bakınca tartışmaya açıktır.
anadolu insanı teknoloji dünyasında her türlü bilgiye kolayca ulaşabilecekken her şeye kulaklarını kapatmış yalnızca kendi doğrularıyla yaşıyor ancak doğru bilgiye ulaşmak da maalesef günümüz türkiye'sinde tüm basın yayın organları bu kadar yanlı yayın yaparken belirli bir altyapı gerektiriyor. ha peki aydınlarımız veya aydın geçinen taraf karşı tarafı aşağılamaktan, tepeden bakmaktan başka ne yapıyor? hiçbir şey.
yapılması gereken aslında çok basit; eğitimi geliştirmek ve tarafsız şekilde genç nesillere her türlü gerekli bilgiyi vermek. maalesef eğitime yatırım yapmak ve geliştirmek bazı zümrelerin pek de işine gelmediğinden her şey bildiğimiz gibi devam ediyor. insanımız maalesef hem eğitimsizlikten hem de çoğunlukla geçim derdinden başka bir şey düşünemediğinden cahil kalıyor. bizim için coğrafya her zaman kader oluyor.
kitabı herkese mutlaka öneriyorum ve kitapta en sevdiğim, her okuduğumda defalarca katıldığım, aslında günümüzün de minik bir özeti olan bölümü ekliyorum;
“Şimdi ne görüyorum? Anadolu... Düşmana akıl öğreten müftülerin, düşmana yol gösteren köy ağalarının, her gelen gasıpla bir olup komşusunun malını talan eden kasaba eşrafının, asker kaçağını koynunda saklayan zinacı kadınların, frengiden burnu çökmüş sahte sofuların, cami avlusunda oğlan kovalayan softaların türediği yer burasıdır.
Burada, bıyıklarını makasla kırptı diye nice fikir ve ümit dolu Türk gencinin kafası taş altında ezildi. Burada, yüzü düşmana dönük, nice vatan mücahitleri savundukları kimselerin eliyle arkadan vuruldu. Burada, milli timsalin, milli bağımsızlık sembolünün yolu kaç defa kesildi ve kaç defa oturduğu şehrin etrafı isyan silahlarıyla çevrildi. Burada, ben, vatan delisi millet divanesi; burada, ben harp malulü Ahmet Celal yapayalnızım.
Bunun nedeni, Türk aydını, gene sensin! Bu viran ülke ve yoksul insan kitlesi için ne yaptın? Yıllarca, yüzyıllarca onun kanını emdikten ve onu bir posa halinde katı toprak üstüne attıktan sonra, şimdi de gelip ondan tiksinmek hakkını kendinde buluyorsun.
Anadolu halkının bir ruhu vardı, nüfuz edemedin. Bir kafası vardı; aydınlatamadın. Bir vücudu vardı; besleyemedin. Üstünde yaşadığı bir toprak vardı! İşletemedin. Onu, hayvani duyguların, cehaletin, yoksulluğun ve kıtlığın elinde bıraktın. O, katı toprakla kuru göğün arasında bir yabani ot gibi biti. Şimdi, elinde orak, buraya hasada gelmişsin. Ne ektin ki, ne biçeceksin? Bu ısırganları, bu kuru dikenleri mi? Tabii ayaklarına batacak. İşte, her yanın yarılmış bir halde kanıyor ve sen, acıdan yüzünü buruşturuyorsun. Öfkeden yumruklarını sıkıyorsun. Sana ıstırap veren bu şey, senin kendi eserindir, senin kendi eserindir.”